17 Ağustos 2007 Cuma

ODA 3205

Başından akan kan gözlerinin içine doluyordu. Yüzünden aşağıya doğru ince kızıl nehirler oluşturup çenesinin altında toplanıp açık bir denize kavuşan tatlı su zerrecikleri gibi boynundan aşağılara, beyaz göğüslerinin üzerinden, hafif çıkık karnına akıyor, yer çekiminin dayanılmaz çekiciliğiyle kadının pürüzlü deltasından bacaklarından aşağıya iniyor, tırnakları çekilmiş ayak parmaklarından yerden kesilmiş tabanlarına ulaşıyor ve hemen altındaki olukta birikiyordu.Nemden kabarmış ve yer yer sökülmüş duvar kâğıtlarıyla kaplıydı tüm oda. Yere kadar uzanan ince beyaz tüller hızla esen rüzgârın uğultusunda havada inatla dans ediyordu. Geniş ve uzun pencerelerin camlarının bir kısmı kırılmış bir kısmıysa tamamen sökülmüştü.Kırık camlardan sızan kum taneleri; bir hırsız gibi odanın döşemelerinde ses çıkarmadan ilerliyor; yere devrilmiş şarap kadehinden dökülen kırmızı iksirle birleşiyor ve saf kanına karışıyordu.Yerdeki ince oluk kadının asılı olduğu yerin hemen karşısındaki karanlık bir odaya acılan kirişleri kırılmış yarısı açık bir kapıya doğru ilerliyordu. Derinliği sürekli artan yenilenen bir kara deliğe benziyordu oda. İçeriden tiz iniltiler geliyordu.

Acı hissetmiyordu. Sadece tatlı bir ürperti ve hoş bir serinlik kaplamıştı tüm vücudunu. Ve yüzünde huzur dolu eşsiz bir gülümseme sanki başka bir dudaktan zorla koparılıp yapıştırılmış gibi parlıyordu.Duyum eşiğini çoktan geçmiş ışık hızını asan foton taneciği gibi sonsuz bir boşluğun içinde kaybolmuştu. Şimdi zamansız bir ışık denizinde sırt üstü yüzüyordu. Nefes alıp verdiğinin farkında değildi. Tüm insani özelliklerini kaybetmiş ve aslında onu o yapan gerçek benliğiyle yüzleşiyordu şimdi. Ön yargılarından, korkunç bir veba gibi bedenini saran düşüncelerinden kurtulmuştu.

Günler boyu süren işkencelerin izleri tüm vücudunu duvara tırmanan zehirli sarmaşıklar gibi sarmıştı. Kollarında ve yüzündeki iltihap dolu yaralar tamamen sararmış vücudundan günlerdir yavaşça, sakince çekilen kan artık en büyük düşmanı olmuştu.Soluğu dudaklarından bir kurşun gibi hızla çıkıyordu. Bu ahşap kokusu onu kollarından tutup geçmişe götürüyordu.

4 yıl kadar öncesindeydi.Hayatının en uzun 4,5 saatinde... Ahşap kokan o büyük salondaki en rahatsız koltukta geçirilen tam 4,5 saat! Koltuğa ilk oturduğunda önce etrafı incelemeye koyulmuş yılların verdiği bir alışkanlıkla odanın döşenme tarzından karakter analizlerine girişmiş, bir zaman sonra en sevdiği şarkıyı beceriksiz bir ıslıkla çalmaya çalışmış, yaklaşık 45 dakika hiç bir şey düşünmeden başını sağ yanına doğru eğmiş ve tıpkı şu an bulunduğu odadakine benzeyen perdelerin kapladığı büyük ve geniş pencerelerden görünen kızıl çamların üzerine yuva yapmaya çalışan dişi sakayı seyretmişti. Sonra ayağa kalkmış, uyuşan dizlerinin açılması için geniş odanın etrafında bir kaç tur atmış, konsolun üzerindeki antika heykelcikleri incelemişti.Kurul başkanı aynı zamanda deniz tutkunuydu. Ağır klasik ceviz kaplama bir büfenin içi gemi maketleri ve gemici düğümleriyle doluydu. Ayrıca bir kaç batıktan çalındığı belli olan, üzerleri tuzlu su yüzünden delik deşik olmuş metal parçaları vitrinin arkasında duruyordu. O anı hatırladı. Daha dün gibiydi sanki. Sonunun ne olacağını farketmişti bir anda. Saçmasapan hobileri olan, tüm öğrencilerin korktuğu ve tiksindiği, içi hobi artıklarıyla dolu ceviz bir vitrin! İnsanlar için bir sürü enteresan hikayesi olan ama artık kendisini asla şaşırtmayan sıradan bir deli doktoru. Korozyona uğramış dahi beyin! Ne büyük hazine, ne büyük başarıydı bu! Kurul üyelerinin hemen hepsi 65 yaşlarındaydı. En fazla 20 sene sonra hiç biri yerinde olmayacaktı. Bir kısmı toprağın dibinde, derinlerde; bir diğer kısmı ise hiçbir işe yaramayan alzheimer ilaçları yüzünden kuruyan dudaklarıyla, 35 sene önce ölen eşlerini arayan zavallılar olacaktı ve boşalan kadrolar her zaman doldurulacaktı. Acıyla farketti aniden. Tüm bu ıvır zıvırı ve nemli ahşap kokan bu odayı aslında devralmak üzere buradaydı. İçinde beliren kaçma hissini düşündü. Bir an önce geleceğinden kurtulmak; olmak istediği kişiyi yoketme isteğini.

Toplantı bittiğinde büyük salondan dışarıya çıkan yüzü gözü olmayan yaşlılıktan ve zayıflıktan ayakta duramayan 8 kişi belirdi kapının önünde. Daha sonra salondan dışarıya doğru çıldırmış gibi uçan dişi sakayı farketti.Bu ağzı olmayan ucubelerden biri konuştu:‘‘Tebrikler.’’Sağ elinin serçe parmağını yere paralel duracak şekilde öne doğru uzattı. Yerinde hiç kıpırdamadan duruyor; kabusun tamamlanmasını bekliyordu sanki.Saka yavaşça uçarak adamın parmağının üzerine kondu.‘‘Artık burası senin evin!’’O anda ağzının yerinde duran boşukta küçük bir kurtçuk belirdi. Saka kurtçuğu hünerle yakaladı ve kızıl camların üzerindeki yuvasına doğru hızla uçtu.Artık burası ‘onun’ eviydi.

Kabus bitmiş, gerçeğe geri dönmüştü şimdi. Rüyasından da korkunç olan gerçeğe... Günden güne eriyen bedenine... Zayıflıktan incelmiş, şeffaflaşmış derisine...Nem yüzünden yeşermiş tavandan sarkan çırıl çıplak vücudu dalından kopmak üzere olan sararmış bir sonbahar yaprağı gibi ellerinin bağlı olduğu zincirlerin tıkırtısı altında belli bir ritmle sallanıyordu. Ufalanan alçılar, tavandan saçlarına dökülüyor; sonbahar yapraklarının üzerine yağan erken bir kar gibi başını beyaza boyuyordu. Yahudi bir esirden farksızdı artık. Tüm günahların bedelini en ağır şekilde ödüyordu. İblisler cehennemde onu beklemekten sıkılmış olacaklarki 4 gün için kapılarını açıp yeryüzüne inmişler onun için yapabildiklerinin en iyisini düşünmüşlerdi.

Tekrar hissetmeye basladı.Paslı mermiler retinasını sırtından vuruyordu. Arkalarına dönmelerine bile fırsat vermeden.Emin olduğu tek bir şey vardı: artık kabuslar bitiyordu. Acı çekmeyecekti. Ödenmesi gereken tüm bedeller odenecekti.Büyük ve geniş salonun kapısı gıcırtıyla açıldı. Elinde parlayan sivri uçlu metal bir parça gözlerinin dehşetle yerinden fırlamasına sebep oldu.Diğer elinde duran iki küçük kağıt parçası. Geçmişe açılan şifresi her dakika değişen bir kilidin anahtarları.Sarmal dönmeye devam edecekti. Aynı yollar daha da kısalacak kısalacak ama asla bir yere varmayacaktı.

İki küçük kağıt parçası...
Üzerlerinde kendi düzgün el yazısı...
Bir kör neşter...

Şimdilik hepsi bu kadardı.Oysa uyanmasına yetmişti bunlar.Saçlarını başıyla geriye doğru atmaya calıştı. Korku ve kan dolu gözlerini açabildiği kadar açarak; başına gelmek üzere olan felaketi tüm çıplaklığıyla görmek istiyordu. Sinirleri yeniden uyanmışlardı. Bu kadar güçlü olmak zorunda mıydı? Hayatı boyunca gurur duyduğu bu şeyden kurtulmuş olmak için her seyini verebilirdi. Güç hissetmesini sağlıyordu. Güç onu bu hayata işte şu ellerindeki zincirler gibi zorla bağlıyordu. Ölmesine izin vermiyordu.Sallandıkça bileklerini tavana bağlayan zincir tıpkı çocuk parkındaki salıncaklardan gelen seslere benzer sesler çıkarıyordu.

Burnuna sadece dağ çayırlarına yağan yağmurdan sonra duyabileceğiniz o koku geldi ve yapıştı. Kızıl camların kokusu...Yüzüne yayılan ışığı hissetti önce.Hayatındaki en korkunç yüzü gördü sonra... Tanıdık bir yüzü...Bütün gücünü toplamaya çalıştı ve olanca kuvvetiyle tükürdü. Ağzından çıkan yoğun kan dolu sıvı parlak aynaya yapıştı.Bir çiçek kadar temiz kokuyordu.Sivri uç üzerinde dolaştığı dudaklarını hafıfçe yardı. Ağzının içi kendi kanıyla doldu. Çığlık atacak gücü yoktu. Sadece derin ve hırıltılı soluklar çıkarabiliyordu. Soğuk çelik tekrar göğüslerine indi yavaşça geçtiği beyaz teninin üzerinde derin, kan dolu vadiler açarak ilerledi.Kör bir neşter göğüs uçlarını parçalayarak kesiyordu.Güçlükle gülümsedi. Ona acı verebilecek hiç birşeyi kalmamıştı.
Özgürdü.

-son-

13 Ağustos 2007 Pazartesi

WO AI NI! (*)


Wo! (1)


Gitmeliyim. Özellikle üzerime bulaşan kan benim kanım değilken ve kol düğmelerim ucuz bir otelin 32. katında bir odada kilitliyken… Hiç kanıt bırakmamam gereken bir yerde sadece kimliğimi ve yaptığım her şeyi itiraf edip imzaladığım bir mektup bırakmamışken… Ceketimin cebinde ona ait bir parça – hayır artık ikimize ait- hala sıcakken… 3204 numaralı odanın kapısında duruyorum. Sol kolum titriyor. Sağ elim sorulmaması gereken bir sorunun pimini çekmeye hazırlanıyor.
‘‘Her şeye rağmen… Beni seviyor musun Çinli meleğim?’’

***

Volvo S70 station vagon… Kravatlı bir Hintli kullanıyor. Gideceğim yeri soruyor. Başını arkaya doğru çevirmiyor tanrıya şükür. Kimseyle yüzleşecek durumda değilim. Mi-ku hiç bir şey olmamış gibi camdan dışarı bakıyor. Çinli sakinliğine geri dönmüş gibi. Gözlerinin çoktan karardığını biliyorum. Konuşmayı benim yapmam gerek.
‘‘Cyclone’’ . Başardım.
Kum… Çöl… Arkamızda neler oluyor bilmiyorum. Rüzgâr güneyden esiyor. Taksi şoförü 15 yıldır hiç yağmur yağmadığını söylüyor. Volvo marka arabanın camından geriye doğru bakıyorum. Kimse görünmüyor. Hepsi bu kadar mı? Gökyüzü tozla kaplanmış. Ardımızda bıraktığımız her şey kuma dönüşüyor. Uçuşan küçük tanecikler Basra körfezinin mavi yeşil sularına gömülüyor. Güneyde çöl; kuzeyde deniz… Gökdelen istilası sürüyor. Dünyanın en hızlı gelişen çöplüğü burası diyor Hintli kötü İngilizcesiyle ve susmaya niyeti varmış gibi görünmüyor. Turiste benzer bir halimiz mi var? Bu coğrafya bu adamları hak etmek için ne yaptı? Hintliler, Filipinliler, tüm Asyalılar, Araplar, Bedeviler, Kürtler, bambular, palmiyeler, akrepler, çöl yılanları, çıyanlar… Artık hepsi İngilizce biliyor. İstila tamamlanmış görünüyor. Camı aralıyorum. Gözlerim kumla doluyor. Şoför camı kapatmamı söylüyor. Dinlemiyorum. Sağ kolumu dışarıya çıkarıp yola paralel tutuyorum. Uçmak için yardıma ihtiyacım var. Bu halimizle ancak tek kanatlı bir kamikaze olabiliriz.
Elimi içeri sokup; cama yaslıyorum. Manşetlerimde kırmızı lekeler. Merlot ya da Pinot ya da kan. Şoförden mendil istiyorum. Uzatıyor. Lekeler çıkmıyor. Beyaz şarap ya da adil bir dövüş... Bu lekeler ancak böyle silinebilir!
Mendili cebime götürüyorum. Parmaklarım yumuşak, ıslak ve sıcak bir şeyin içerisine gömülüyor. ‘‘O’’ ndan küçük parça benimle beraber geliyor ve ‘‘o’’nun büyük parçasının özlemeyeceği kadar küçük olmadığı kesin.
Taksi kalabalığın önünde duruyor. Dev tabelanın üzerinde kırmızı ve mor ışıklarla ‘‘Cyclone’’ yazıyor. Ceketimin üzerinde dans eden fotonlar… Taksiden iniyoruz. George Hoghlarım ince kum tanelerinin arasında kayboluyor. Sendeleyerek güçlükle hareket edebiliyorum. Sağ dizim durmadan sızlıyor. Nedenini araştıramayacak kadar sarhoşum. Mi-ku diğer kapıdan inip bana yetişiyor. Kim bu insanlar? Bize doğru çevrilen yüzleri hissedebiliyorum. Kuvvetli müzik buradan bile duyulabiliyor. Mi-ku beni çekiştirmeye devam ediyor. ‘‘Acele et!’’ Neden? Kimseye bir şey söylediğimi hatırlayamıyorum.
‘‘Yürü!’’ Birkaç metre ileriden beni çağırıyor. Adamlara bir şeyler söylüyor. Çince anlamak için 48 saate daha ihtiyacım var. 48 saniye ve bir kaç çığlık yeterli olmuyor.
Yürümeye çalışıyorum. Sadece süründüğümü fark ediyorum. Omuriliği 3 yerinden çatlamış bir kaplumbağa bile şu anda beni ezip geçebilir. Yenilgilere alışık değilim en azından felçli kabuklularla yarışırken.
Neon ışıklarına büyülenmiş gibi bakıyorum. Mavi kırmızı ve mor… Adımlarım önce kuma sonra geniş omuzlu güvenliğe takılıyor. Adam gece kadar siyah... Yüzündeki ifadeyi seçemiyorum. Hepsi silinmiş gibi. Kolumdan tutuyor. Kaçmaya çalışıyorum. Elleri benden daha hızlı… Kolumu sıkmaya devam ediyor. Deira’nın en kocaman elli herifi bu olmalı. Kurtulamıyorum. Felçli kaplumbağa ve hemen ardından tekerlekli sandalyede bir salyangoz yanımdan içeri giriyorlar. Gerçekten sinirleniyorum. Kaplumbağalar kabul ama en azından salyangozdan daha iyiyim! Kabuklu engelliler yarışını kaybediyorum.
Mi-ku bir şeyler söylüyor. Yüzüme baktığına göre bana söylüyor olmalı. Tek bir kelimeyi hep bir ağızdan tekrarlıyorlar: ‘‘Nerede?’’ Aramaya başlıyorum. Sağ cep… Yok. Sol cep… Yok. Bozukluklar cebimden düşüp kuma gömülüyor. Arkadan uğultular yükseliyor. Acele edebilecek durumda değilim. Bu akşam bununla yetinmeliler. Kumların üzerine dizlerimi koyuyorum ve bozuklukları topluyorum. Omzumda bir el… Güçlüce sıkıyor. Bu koku parçalanan köprücük kemiğimden mi çıkıyor yoksa adamın omzuma saplandığı kalın parmaklarındaki ter mi yalnızca? ‘‘Ayağa kalk!’’ diye bağırıyor. Ayakta değil miyim? Hayır… Doğruluyorum. Sağ diz… Sol diz… Dizlerim kilitleniyor. Hareket ediyorum. Sertçe geri çekiliyorum. Aynı yerdeyiz. Buldum! Önce yüzüme bakıyor. Sonra elimdekini yavaşça benden alıyor. Etimden et kopuyor. Tekrar yüzüme bakıyor. ‘‘Bu o değil!’’ Anlamıyorum. ‘‘Pardon bana mı sordunuz?’’ Omzumdaki parmaklar bu sefer burnumun üzerine iniyor. Yalnızca formu farklı… ‘‘Nerede?’’ Başladığımız yere geri dönüyoruz. ‘‘Bilmiyorum.’’ Bu son kelimeyi yalnızca ben anlıyorum çünkü konuşamıyorum yalnızca kan ve ‘bilmiyorum’ tükürüyorum. Yarı İngiliz yarı Arap koca bir adamla bar kapısında psikolojik analizlere girebilecek durumda değilim. Bu sefer ben onu kolundan yakalıyorum. ‘‘İstersen içeri gel. Sana bir kadeh çöl kumu ısmarlayayım.’’ Teklifimi geri çeviriyor. Kabul etmek gerek ki pek nazik değil. ‘‘Sen bilirsin’’ diyorum. ‘‘Gelmek istersen içerdeyiz.’’ Kapıdan içeri geçiyoruz ve sessizlik. Adamlar ve arka kapı arasındaki 3,5 metrelik boşluktayız. Ana rahmi kadar güvenli görünüyor bana. Önümde ki bu yer belki cennet vaat etmiyor ama en azından yolunu sorabileceğimiz birkaç kişinin içerde olduğuna eminim. Biraz yürümek iyi gelecek. Üç buçuk metre… Her adımım 50 santim ise neredeyse yedi adım sürecek uzun bir maraton olacak bu.
Kapı açılıyor. Dışarıya bir Hintli yanında çekik gözlü bir kızla çıkıyor. Açılan kapıdan aynı zamanda müthiş bir gürültü geliyor. Kız adamı iki eliyle çekmeye çalışıyor. Gücü yetmiyor. Adam takılıp önündeki üç basamaklı merdivenden aşağıya yuvarlanıyor. Çekik gözlü abartılı bir kahkaha atıyor. Yanına gidiyor. Hintli kumlara uzanmış gülüyor yalnızca. Histerik gülücükler. Gözleri tozlu gökyüzünde bir yerde sabitlenmiş durumda. Eski bir Hint efsanesine göre ölen insanların ruhları bedenden ayrılmadan önce kendilerine gökyüzünden bir yıldız seçer. Bu Hintlinin gözleri boş yıldız bulmakta zorlanıyor. Yerden kalkabilecekmiş gibi görünmüyor. Çizgi göz efsaneden haberdar değil. Bu akşam kazanacağı iki yüz doların peşinde. Ruhunsa her ikisinden de haberi olduğunu sanmıyorum. Ruhlar parayla sevişmez.
Kız yere eğiliyor adamı kaldırmaya çalışıyor. İnce askılı siyah elbisesinin askılarından biri kayıyor. Kırmızı sutyenini fark ediyorum ve kalbinin üzerinden yeraltına süzülen bir nehir gibi narin göğüs çizgisini… Beyaz bedenini hissedebiliyorum. Yoksa uyanıyor muyum? İki başka büyük adam gelip Hintliyi yerden kaldırıyorlar. Kalem göz sırıtıyor. İki yüz dolar geri döndü. Ruhsa bu akşamlık şansını kaybetti. Boş yer yok. Tüm güzel yerler ve en parlakları kapılmış durumda. Şansını başka bir akşam deneyecek. Adam kızın beline sarılıyor. Düşük belli pantolonu hafifçe aşağıya kayıyor. Yanımızdan geçerken kız yüzüme bakıyor; göz kırpıp gülümsüyor. Gülümsüyorum ya da gülümsediğimi zannediyorum ya da yüzüme yapışan ifade her neyse hiç değişmiyor. Yakınlaşması gerekenden daha fazla yaklaşıyor. Çıplak omuzu omzuma çarpıyor. Sendeliyorum. Umursamıyorum.
Burada ne işim var?

Ai!(2)

Bardan içeri giriyorum. Her adımımla vücudumdaki gerilim artıyor. Kaslarım benden vazgeçiyor. Kemiklerimle onları taşımaya çalışıyorum. Birbirlerine sürtünüyorlar; öyle ki paçalarımdan aşağıya dökülen kıvılcımları hissedebiliyorum. Kemik sesleri kulaklarımı tırmalıyor. Çıldırmak üzereyim. Kulak zarlarımı kuduz bir köpeğin ağzına alıp çiğnemesini tercih ederim. Kulaklarımı kapatıyorum hatta gözlerimi. Faydası yok. Yavaşça ellerimi kulaklarımdan indiriyorum. Aşk böyle mi kokuyordu yoksa sadece yanan kemiklerim mi?

***

Viski, sigara, ucuz parfüm...
Mi-ku içeri girer girmez ince uzun bir herif yanına yaklaşıyor. Parmağıyla beni işaret ediyor. Adam telaşlanıyor. İki eliyle omzundan tutuyor. Saçlarını geri atmaya çalışıyor. Siyah saçları yüzüne yapışmış gibi karanlığın içinde hareketsiz duruyor. Adam sonunda başarıyor. Mi-ku yüzünü duvara dönüyor. Adam, eli Mi-ku’nun yanağının üzerinde, bana bakıyor. Bu bakışın anlamını kavramam için Çince bilmem gerekmiyor. Karanlıkta kayboluyorlar. Bara doğru ilerliyorum. Birkaç kırmızı gözün üzerimde olduğunu fark ediyorum. Barmen esmer, zayıf, hafif kirli sakallı… Barın üzerinden vuran kırmızı ışıkta yüzündeki izler görünüyor. Barın üzerine bir kadeh koyuyor ve bir şişe Merlot kadehin üzerine deviriyor. Kadehi doldururken yalnızca gözlerime bakıyor. Kadeh sonunda taşıyor. Kırmızı şarap barın üzerine yavaşça yayılmaya başlıyor. Gömleğimin manşetleri sıvıyı damarlarına kadar çekiyor. Elimi cebime atıp cüzdanımı çıkarıyorum. Aynı büyüklükteki renkli kâğıtlar. Bunların içerisinden bulmama imkân yok. İki Uzakdoğulu fahişe yanıma yaklaşıyor. Biri vücudunu tamamen vücuduma dayıyor. Sağ göğsü dirseğimin üzerinde dans ediyor. Defolup gitmeleri için ne söylemem gerek! Gözlerim Mi-ku’yu arıyor. İki adım geri çekiliyorum. Birbirlerine bakıyorlar ve barın üzerine dökülen şarabı dilleriyle yalamaya başlıyorlar.
Şimdi diğerleri de üzerime saldırmak için hazırlanıyorlar. Kaçıp saklanabileceğim hiçbir yer yok. Konuşmaya başlıyorum. Bir tanesi nereli olduğumu soruyor. İstanbul diyorum. Gülümsüyor. İri yanaklarında küçük gamzeler beliriyor. Çenesini hafifçe göğsüne doğru indirip aniden yukarı kaldırıyor. Bunu yapmalarından nefret ediyorum! Sadece bu yüzden çenesine bir kurşun sıkabilirim! Gözleri üzerimde. Kız konuşmaya devam ediyor. Güçlükle anlıyorum ki bana Türk’ten çok İtalyan’a benzediğimi söylüyor ve tekrar sırıtıyor. İtalyan olmak! Dubai’de sadece fahişelerin ve uykusu kaçmış ya da geceleri otel odalarında yalnız uyumaktan sıkılmış birkaç işadamının arasında İtalyanlara benzemekten mutluluk duymak! Nedenini soruyorum. Siyah ceketimi, takımı elbisemi gösteriyor ve yuvarlak düzgün burnumu. Akdeniz diyorum. Tüm yuvarlaklıkların anavatanı! Siyah ceketim ve takımım için söyleyecek sözüm yok. Bunlar İtalyan. Cebimdeki şey gitgide büyüyor ve daha da ısınıyor. Yumurtadan çıkmaya hazırlanan bir timsah yavrusu gibi… Reenkarnasyona inanmak üzereyim hatta daha fazlasına. Hintli dostlarım bu düşündüklerimi duysalar benimle gurur duyarlardı eminim. Beklide Ganj nehrinin kenarında benim için müthiş bir parti bile verirlerdi! Deliler gibi sarhoş olup yerel danslarla başımız dönene kadar eğlenebilirdik! Geç saatlerde nehrin ölü ve toz kokan ruhlarıyla yüzerdik. Hint okyanusunun cansız bedeninde yaşayan yoen dae gunun
** üzerine 45 kalibrelik 8 kurşun boşaltabilirdik.
Onlarla konuşacak hiçbir şeyim yok. Kendime söyleyecek hiçbir şeyim yok. Aklım bilmediğim bir dilde konuşuyor artık ve ben anlamaya çalışmıyorum. Nehir ve okyanus beni bekliyor! Balığın üzerinde açılan delikten reenkarne halime geri döneceğim ve içeri gelmeyen siyah suratın yerine ona bir içki ısmarlayacağım.
Silahta hiç mermi yok. Koku… Kızlardan birinin dudakları alev alıyor. Havadaki sigara dumanına kırmızı ruj kurumları ekleniyor. Nefes almak giderek zorlaşıyor. Beynimde onarılamaz yaralar açılıyor. Hissediyorum. İki kolum da iki vahşi kurt…
Vazgeçtim.



Ni! (3)



Uzun konuşmaları yakalayamıyorum. Anlamadığımı söylüyorum. Tek kelimelik cümlelerden yanayım. ‘‘Ne kadar?’’ Bunu neden sordum? Kızlar ilgilendiğimi fark ediyor. Daha da çok yaklaşıyorlar. Rujlarıyla birlikte rimelleri ve göz kalemleri de alev alıyor. Birisi bir şey yapmalı! Aralarında gülüşüyorlar. İçlerinden biri ‘‘Sadece bir saat için mi?’’ diyor. ‘‘Eminim ki senin gibi biri için yeterli olmaz.’’ Benim gibi biri… Yeniden başlıyoruz! Ben buraya gelmeden önce biri hakkımda tüm şehrin orospularına bilgi vermiş gibi! Hepsi hatta onların haricinde geri kalan herkes benim nasıl biri olduğumu biliyor. ‘‘Tüm gece’’ diyorum. Anlamsız bir tebessüm beliriyor yüzünde. ‘‘Hepimiz için mi yoksa uçakta yalnız olmayı mı tercih edersin?’’ Sadece bir diyorum. Bir benim için yeterli. Gizemini koruyor. Sonsuza böldüğünüzde sonsuz ama topladığınızda yine bir… İşte buradayım benim küçük Çinli bebeğim. Sadece bir. Tüm sonsuzluğumu senin için bir araya getirdim!
Sırıtıyor sadece. ‘‘Yüz...’’ diyorum. Umutsuz bir ifade suratına sıçrıyor. Yine şu çene hareketi ve ardından bedenine geri dönüyor. ‘‘Yakışıklı olduğun için beni ucuza götürebileceğini mi sanıyorsun?’’
Gümüş silah barın üzerinde parlıyor ve üçüncü çene hareketini yapmasına izin vermiyor.
‘‘Tam buraya dayamalısın.’’ Nokta doğru. Tekrar kontrol ediyorum. ‘‘45 derecelik açı önce beyninin sol lobunu dağıtmalı. Böylece canlı kalmayı başarabilirsen - ki ateş ettikten hemen sonra ölmeyeceksin. Kurşunun çeneni parçalayıp beyninin sol tarafından gün ışığına çıkması için saniyenin 100 de biri kadar daha zamanın olacak. İşte bu zaman aralığı sana pişman olmak için çok geç olduğunu fısıldayacak- seninle bu konuda konuşabiliriz. Ve uzun ve tahmin edebileceğinden de daha uzun olacağına emin olabilirsin çünkü yemin ederim ki yakışıklı değilim.’’
Kız korkarak geri çekiliyor. Gülme sırası bu kez bende. Gözleri kapıya doğru kayıyor. Korkan kızlardan biri usulca yanımızdan ayrılıyor. Barın diğer tarafında Kitano/Kustirica ortak yapımı bir filmden fırlamış bir çift göz görüyorum. Diğer kızıl gözlere benzemiyorlar. Gülümsüyorum. Bugün hiç yapmadığım kadar içten ve derinden. Kaybettiğim bir şeyi tekrar bulmuş gibi seviniyorum. Elimi havaya kaldırıyorum ve başımın arkasına doğru ilerleyen sıkıştırılmış kalın plastiğin ince sesini duyuyorum. Erimiş ruj, rimel ve sigara dumanını yarıp ensemde patlıyor. Yere yığılıyorum. Şifre çözücüm tamamen iflas etmiş durumda. Üçüncü kez tercüme edildikten sonra hiç bir şey ifade etmiyorum. Aklımda terk bir cümle bomba etkisiyle patlıyor:
‘‘Ni bu ai wo ai shui?’’ ***
Yoen dae gu ensemden akan kanın içinde süzülerek yüzüyor. Cebim artık bomboş.



-son-





* Çince: seni seviyorum
** Hint Okyanusu’nda yaşayan bir balık türü.
*** Çince: ‘Beni sevmiyorsan kimi seviyorsun?’